AKP, AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİ DE ELE GEÇİRDİ
Ele geçmedik bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kalmıştı, AKP sonunda o mahkemeyi de ele geçirdi.
12 Eylül 2010 Tarihinde kabul edilen Anayasa Referandumundan geçen yasaya göre eskiden AİHM’ne yapılan bireysel başvurular 23.09.2012 Tarihinden itibaren Anayasa Mahkemesine yapılacak.
Bu yasayla ilgili Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç bireysel başvurular için hazır olduklarını söylüyor. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapabilmek için öncelikle iç hukuk yollarının tamamen tıkanmış olması gerekiyor. Yani 1. Derece Mahkemelerin vermiş olduğu kararları bir üst mahkeme olan Yargıtay’ın da onaması üzerine Anayasa Mahkemesine başvurulabilecek. Peki, bu ne demek oluyor? Bu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile siyasi İktidarın anlaşmış olduğu anlamına geliyor. Bugüne kadar AİHM ile anlaşan bir iktidar da görmemiştik. Bu suretle bu duruma da şahit olmuş olduk. Siyasi İktidar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine referandumda kabul edilen yasaya göre Anayasa Mahkemesinin de İnsan Hakları Mahkemesi gibi bireysel davalara bakabileceğini anlatmışlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bu durumu kabul etmiş ve siyasi iktidara iki yıl deneme süresi vermiş. Artık o deneme süresine kadar kim öle kim kala. Ancak ortada bir gerçek var ki o da çok vahim bir durum arz ediyor. Bugüne kadar ülkemiz ayağında iç hukuk yolarının tıkanması durumunda AİHM’nde bireysel davalar açılabiliyordu. İşte şimdi bu görevi Anayasa Mahkemesi yürütecek. Cemaat’in güdümünde bulunan Anayasa Mahkemesi başvurulara nasıl karar verir varın artık orasını da siz düşünün.
12 Eylül 2010 da kabul edilen Anayasa referandumunda bireysel başvuruların neden AİHM yerine Anayasa Mahkemesine görülmesinin sağlandığı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Ülkemizden gelen yoğun başvurular üzerine mi bu kararı almıştır? Kesinlikle hayır. Bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin herhangi bir talebi yoktur. Talep tamamen siyasi iktidardan gelmiştir. Siyasi İktidar sanki çok dengeli adalet dağıtıyormuş gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden bireysel başvurulara Anayasa Mahkemesinin bakabileceğini iletmişlerdir. Avrupa İnsan hakları Mahkemesi de bu talebi iki yıllığına deneme süresi olmak üzere kabul etmiştir. Yani bu süre zarfında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ülkemizden gelecek başvurulara bakmayacak. Adres olarak da Anayasa Mahkemesini gösterecek. Daha doğrusu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ülkemizde meydana gelecek insan haklarının çiğnenmesine göz yumacak.
Şimdi konuyu biraz daha açalım. Siyasi iktidar durduk yerde neden böyle bir yapılanmaya gitmiştir? Tabi ki Balyoz ve Ergenekon Davaları için. Bağımsız Yargının Balyoz Davasının kararlarını gördük. Adaletin bol keseden nasıl dağıtıldığına şahit olduk. Bundan sonraki aşamada ise yüksek yargı var. Yüksek yargı aşamasında belki kamuoyundan gelen tepkiler üzerine cezalarda biraz indirim sağlanabilir. Ancak verilmiş olan bu kararlar büyük bir olasılıkla aynen kabul edilir. Bu durumu tahmin etmek hiç de zor değil. Zaten niyeti bilmeyen yok. İşte Yargıtay da onanan kararlara karşı AİHM’nde bireysel başvurular olacaktı. İşte siyasi İktidar Yüksek Yargı sonrasını da bu şekilde kapatmış oldu. Ne kadar demokratik kararlar değil mi? Ülkemizde demokrasinin ne kadar ilerlemiş olduğunu görüyorsunuz değil mi? Doğrusu ben bu kadarına pes diyorum. AKP yargıda yapmış olduğu yapılanmalar ile bu bugüne kadar gelmiş geçmiş iktidarlara taş çıkartı doğrusu.
Döndüm dolaştım yine yolum ‘’yetmez ama evet’’çilere düştü. Buradan onlara birkaç laf daha edeyim de rahatlayayım.12 Eylül 2010 Anayasa Halk Oylamasında AKP’nin zihniyetini öğrenim görememiş insanlarımız bile anlamıştı ama okumuş cahillerimiz maalesef anlayamamıştı.12 Eylül referandumuna bilerek oy verenlere sözüm yok. Onlar kendileri açısından doğrusunu yaptılar. Kendi ideolojilerinin gerçekleşmesi açısından oy verdiler. Ya bizim içimizdeki cahillere ne demeli? Onlar hangi akla hizmet için oy verdiler? Bugünlerin geleceği belli değil miydi? AKP’den Ülkemize bugüne kadar hangi hayır geldi de Anayasa değişikliğinden gelecekti? Sap ile samanı birbirinden ayırt edemeyen sevgili evetçi dostlar, geldiğimiz noktada şimdi pişmanlık duyuyor musunuz? Sevgili evetçi dostlar şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını! Bugünlere sizin katkılarınızla geldik. Eğer akıllanmış iseniz engin tecrübelerinizle ülkemizi bulunduğu çıkmazdan da kurtarmasını bilirsiniz artık. 26.09.2012 SAİT BALCI
AKP rejimi tarikat- cemaat biçiminde kamufüle edilen bir çeteler cephesidir.
http://www.facebook.com/entegrasyon.komitesi
Türkiye’ de İktidar erkinin yeni ortakları olan tarikatlar, çete kültürünün en üst biçimini temsil ediyorlar. Türkiye çetelerden arınma değil, onların en gelişmiş biçimince yönetiliyor.
AKP rejiminin temel direklerini oluşturan Nakşibendiciler- Nurcular-Fetullahçılar- Süleymancılar ve 12 Eylül cuntacıları Türk İslam sentezinin etrafında kenetlenerek kadrolaşmalarını tamamladılar. Tarikatlar koalisyonundan başka bir şey olmayan AKP’ de hangi bakanın hangi tarikata mensup olması gerektiği, önce dergahlarda konuşulur. Kabinenin yüzde 64’ü, Nakşibendi tarikatının sertlik-yayılmacı yanlıları diye adlandırılan Dergâhları’na mensup. Tayyip Erdoğan da aynı dergâha bağlı. Yüzde 11’sı Nurcu.
AKP rejimi tarikat- cemaat biçiminde kamufüle edilen bir çeteler cephesidir. Fethullahçılardan, Milli Görüş’e, Menzil grubundan Nakşibendilere, Türk Ocakları kökenlilerden Akıncılara, Ülkü Ocakları kökenlilerden Nizam-ı Alemcilere ve daha sayamadığımız bir sürü tarikat, tekke, ocak mensuplarına kadar ortak paydaları, milliyetçi-ırkçı, Türk-İslam sentezidir. Mücahit Akıncıların pan-türkizm temelinde Libya ve şimdi de Suriye topraklarında aktif savaşa katılmaları, Fethullahçıların ve Nakşicilerin Müslüman kardeşler örgütleri ile birleşerek “dünyaya hakim olma” adına Arap rejimlerini kontrol yarışında illerleme göstermeleri, paramiliter İslamist örgütlenmelerin hızla artan faaliyetleri, Erdoğan’ın ve diğer tarikatların “ırkçı, milliyetçi, dinsel gericiliği” birleşince tehlike çanları daha da hızlı çalıyor.
Üst rutbeli subayların çark etmeleri, Türbanlı hatunların önünde süklüm büklüm olmaları tasadüfi değildir. 12 Eylül generallerinin ahlaksızca uydurduğu ve bugün tuhaf biçimde kendisini her alanda ifade eden sözde “ılımlı dindar Atatürk milliyetçiliği” aslında buz gibi ırksal ve dinsel bir omurga üzerinde duruyor: Türklük ve Sünni İslam!
1981 yılında askeri hükümetin Başbakanı Bülent Ulusu’nun Taif’deki İslam zirvesine katılarak, koruyucu İslam kuşağı oluşturulması amacıyla Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve Sudan ile kurulan sıcak ilişkiler ve hemen sonrasında A. Gül’ in Arap bankalarının başına getirilmesi bu sürecin hızlandırlmasına takabül eder. İslamiyet, devletin 12 Eylül temelinde gelişen ve dış dinamik tarafından kollanan ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir politik içerikle ele alınıyordu. Öncelikle körfezdeki petrol çıkarlarını düşünen ABD, Suudi Arabistan, Pakistan gibi otoriter rejimlerle yönetilen ancak “kanun dairesinde” hükmünü icra eden İslamcı devletleri destekliyordu. Bu çerçevede “Kanun Dairesinde İslam” Türkiye’de devlet politikası haline gelirken, 12 Eylül sonrası askeri iktidar tarafından yaygınlaştırılan, Rabıta, her köye bir cami, her Türk’ e bir imam, zorunlu din dersleri uygulamalarıyla, bütün güç tarikat ve kahraman mehmetçik ortaklığına veriliyordu.
12 Eylül’ de özellikle baskıcı tarikatlar-cemaatler darbeyi coşkuyla karşılıyorlardı. Askeri kanat tarafından korunan Fethullah Gülen’in ismi o zaman yeni duyulmuşken darbeyi desteklemek için bir sakınca olmadığının fetvasını veriyordu. Şimdiki cumhurbaşkanı A. Gül Hizbullah örgütüne bağlı olarak faaliyet gösteriyor ve 1982 lerde Askeriyenin çekirdek kadroları ile ilişkiye geçiyordu. Daha sonraları ise, cumhurbaşkanlığı ufukta görününce, ilkin Kenan Evren’ i ziyaret ediyordu. Abdullah Gül, Nakşibendi şeyhi Seyyid Abdülhakim dergâhının uzantısı olarak tarikat-cemaat ilişkilerine katılmış ve generallerin adamı olarak Arap petrol dolarlarının transaksiyonlarını gözetleme fonksiyonunu da üstlenmişti. Gerek Millî Görüş hareketinde, gerekse Askeriye, MHP ve uluslararası Müslüman örgütlerle iyi ilişkileri olan bu şahsiyete mazbata verilmesi, örgütlü, planlı bir sürecin parçasıdır. Erdoğan’ın yerine Gül’ ün tercih edilmesinde, Gül’ ün Arap bankaları yoluyla, üst derece Türk general ve devlet yöneticilerinin, MİT ve ordu’nun Rabıta örgütü atrafından finanse edilmesinde de kilit rol oynamasıydı. A. Gül, burada, yalnızca ABD ve Suudiler değil aynı zamanda çete kültürüne sahip Askeriyenin de güvenini alıyordu. Darbeden sonra Fethullah Gülen cemaatine bağlı Sızıntı Dergisi’nin başyazısında, “Ümidimizin tükendiği yerde Hızır gibi imdadımıza koşan Mehmeçik’e bir daha selam duruyoruz” demekle darbecilere selam durmuşlar. Böylece Türkiye’ nin dini çeteleri olan tarikatları darbeyi desteklemekle, hızla gelişme ve büyüme göstermişlerdir. 12 Eylül’ün en önemli ürünlerinden biri işte bu Türk İslam sentezidir. Darbe sonrası siyasetten kültüre, eğitimden idari yapıya kadar her şey, her alan bu ideolojinin ekseninde biçimlendirilmiştir. AKP- Kemalist ordu ittifakı ile, Osmanlı Devleti’nin İslam ümmetçiliğine dayanan fetih ideolojisi yeniden diriltilmektedir. Bu nedenle AKP, ABD’nin desteğiyle içeride ve dışarıda İslam’ı ve Osmanlı mirasını sahiplenerek Sünni İslam ümmetçiliğin bölgede sözcülüğünü üstlenmiştir… AKP iktidarının 3. döneminde Yeni Osmancılık siyasal ve toplumsal hayatın her alanında egemen olmaya başlamıştır. Artık Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıldönümleri kutlanmakta, Osmanlı’dan kalan etnik, kültürel ve dinsel gelenekler kutsanmaktadır. AKP kongrelerinde “Biz Osmanlıyız” marşları söylenmekte, Osmanlıca Arapça’nın yanında okullarda seçmeli ders olarak okutulmakta, İslam’ı ve Osmanlı’yı yücelten filmler, diziler, oyunlar, müzikler TRT ekranlarında boy göstermekte, otomobillerin camlarına, gümüş takılara, işyerlerinin duvarlarına kadar her yere Osmanlı tuğrası resmedilmektedir.
12 Eylül’den sonra Kemalizm yerine Türk-İslam Sentezi’nin resmi ideoloji haline gelmesi “yeni Osmanlıcılık” akımının yolunu açtı. Türk-İslam Sentezi’nin ana çerçevesi, Türklerin öncülüğünde “İslam birliğini kurmak, geliştirmek ve Osmanlı’dan miras olarak bu işlevi devir ve teslim almak, ahlak ve kültür öğelerini, uzun vadeli bir plan içinde din temeline dayalı” olarak biçimlendirilmişti.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri Türk-İslam sentezi ve bunun içerisinde de İslam’ın sadece bir kolu Hanefi mezhebi… Onun dışındakileri yok saymış ve insanlara ‘ancak benim size önereceğim din dindir’ baskısı yapmıştır.
AKP, Türk-İslam Sentezini seçerken, bu sentezin Avrupa’ da varolan yöneticilerin zaaflarından en iyi faydalanma olanaklarını sağladığını, kendilerini temiz dindarlar olarak lanse eden onbinlerce tarikatçı kadronun, Avrupa kanunlarının en zayıf noktalarına dayanarak kendilerine güç sağlayacağını, Avrupa’nın şimdiki zayıf yöneticilerini din-iman-hümanizma adına ekarte edeceğini, aynen 1300-1450 yıllarındaki katolik ve ortodoks yöneticilerinin durumuna benzer bir duruma yol açacağını iyi biliyorlar. Yığınlarla akın eden müslüman göçmenlerin taşıdıkları yıkıcı fonksiyon ‘din işleri’, insan hakları adı altında kamüfüle edilirerek, ümmet bilinci bu defa da orta Avrupa’ da yayılmanın temel aracı haline getiriliyor. Ms. 1300 yıllarında Katolikler kendi gemileri ile Rumelin’ ne göçmen Müslümanları taşıyorlardı, çünkü o zaman en büyükü rakipleri olan Ortodoksları zayıflatmak istiyorlardı. Vatikan, Osmanlı’ nın Avrupa’ya ayak basmasını sağlayan ilk güç idi. Şimdilerde ise çoğu Avrupa partileri aynen o zamanın Katolikleri gibi, uygarlığı yıkmak için Müslüman göçmenlerin yıkıcı fonksiyonlarından meddet ummaya başladılar.
‘ 2071 yılı yeni hedefimizdir’ diye bas bas bağıran Recep Erdoğan’ ın, bununlan neyi kastettiği çoğu kişinin gözünden kaçtı.
1071 Anadolu, 2071 Avrupa!
Erdoğan’ın 2071”nin ruhunu anlamak için, Avrupa’lıların fazla kafa yormalarına gerek kalmıyor. Osmanlı’dan neo-Osmanlı’ya, Türkçüsüyle İslâmcısıyla Türk-İslâm sentezi tam tekmil. Ordusuyla, tarikatlarıyla, cemaatleriyle…, liberalleriyle her şey ortada. Her fatih gibi AKP de fütuhatını komuta ettiği kalabalık orduya borçlu. O halde, “komuta”nın nasıl işlediğinin yanısıra, o “kalabalık ordu”nun yapısına ve maddî-manevî teçhizatına yakından bakalım. Elbette vurucu gücünden, akıncılardan başlayarak. Öyle olunca da gelsin hak gaspları, peşkeş, alicengiz ve rant,kara para zaten hep orada. “Her köye cami” kampanyası, ilahiyat seferberliği de bonusu. “Anavatan”da ne yapılıyorsa “gurbet vatan”da da yapılıyor. Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca Sünni Türkler dışında kalan hiçbir unsur için hiçbir zaman güven içerisinde ve kimliğiyle gurur duyacağı bir yurt olamadı. Ama daha da kötüsü; bu sözde tekleştirilmiş yurt, egemenliği başkalarıyla paylaşmama andını her Allah’ın günü tekrar etmenin yenmeye yetmediği bir korku nedeniyle hiçbir zaman gerçek anlamda Türk’ün de yurdu olamadı.
Türkiye halkına ne yapılıyorsa Avrupa halkına da o yapılıcaktır. Giriş, gelişme, sonuç: Fetih, işgal, ilhak…
Tıpkı 1950’lerde Menderes’li Demokrat Parti’nin icad ettiği, sonrasında Millî Görüş’ün devraldığı, şimdi de AKP’nin sahip çıktığı yüz kızartıcı kılıç-kalkan-cihad teorileri neo-Osmanlıya doğru iman köprüsü kuruyor. Avrupa’ya –ve temsil ettiği mihraklara– da âdet olduğu üzere “kahpe” rolü düşüyor. Bütün bunlar olurken “ecdadımız”dan tevarüs ettiğimiz bilinçdışı “sır”lar da ifşa oluyor.
AKP VE AVRUPA FLÖRTÜ
Sokaktaki hızla artan başörtüsü ve islam okulları, kuran kursları, yüksek minareler, politik islam tarafından yönlendirilen kitleye göre, Avrupa kentlerinin sembolik bir işgalidir.
Avrupa şartlarında entegrasyon, her tarafa cami kurmak, kuran kursu açmak, imam göndermek, kadınlara türban-çarşaf giydirmekle olamaz. Avrupa’da din -kültür eğitimi adına tarikatların denetiminde cahil kitleleri kışkırtıp, onları beraber yaşadıkları toplumlara düşman etmek entegrasyon değildir. Bulunduğu, yaşadığı yere ne kadar ters, yabancı, uyumsuz adet ve görenekler varsa, onları oranın halkına karşı birer provakasyon aracı olarak kullanmakla entegre olunamaz. Milyonlarca başörtü ve islam okulları, kuran kursları ve onbinlerce dini militanın oluşturduğu tarikatlar, minareli camiler, neyi amaçlıyor ? Bu, Avrupa insanı için bu bir provakasyondan başka bir şey değildir.
Aile birleşimi, Avrupa açısından bir felaket dalgası olmuştur. Bu yeni göç sosyal anlamda, kadınların birer kağıt parçası olarak kullanılıp, ilkel anlamda, adına evlilik denilerek, kabile dönemine takabül eden aile zorlamaları ve parayla satın alınan kadınların üzerinden yapılan, milyonlarca insanın Avrupa’ ya sokulmasını hedefleyen, iş migrasyonu ile ilişkisi olmayan bir katastrofdan başka bir şey değildir. Bu yeni fenomenle ikinci kuşak veya parazit damatlar sınıfı denilen dejenere tabakanın da Avrupa’da ortaya çıkması bir realite olmuştur. Bundan sonra göçmenlerin entegrasyon meselesi tam bir felaket halini alacaktır. Bir yandan süren göç ve uyumsuz kuşaklar sorunu, diğer yandan da artan işsizlik, Müslüman ülkelerin de bu insanları kendi çıkarları için birer işgalci olarak örgütleme çabaları, yeni bir felaketin ortaya çıkmasına yol açacaktır.
Bu dönemde, Avrupa görünmez mekânlara çekilmiş olan mescitlerin mekân değiştirmesine ve yeni camilerin yapılmasına sahne oluyor. Damatlar kuşağı, Avrupa! da var olan bütün haklara bedavadan konmuş, hiç bir şekilde, hiç bir hak ve hukuk için bir nebze olsa da çaba göstermemiştir, kandınlar kandırılıp oturumlar alınmış ve sonra da bu kadınlar sokağa atılmıştır. Bugün Berlin şehrinde Türkler arasında ki boşanma sayısının Alman toplumundan daha yüksek oluşu bunun kısa bir özetidir.
Tarikatlarca örgütlenen uyumsuz kitle, hemen kendi kültürünü yaşatmak adına camiler ve Kur’an kurslarının açılmasına başlamış ve kendilerini birer kolonist olarak görmüşlerdir.
Sosyal anlamda geri kalan kitlenin kendilerinin de tam anlamadıkları ‘kimliklerini’ vurgulamaları, minareli cami ve başörtüsü gibi sembollerle görünür hale gelmeleri entegrasyona karşı bir direnişi ve toplumdan yalıtlanmayı ifade etmektedir. Yalıtlanmışlık ve uyumsuzluk göstergesi olan bu semboller, hoşgörü sınırlarını da zorlamaktadır. Bedavadan, akın akın Avrupa ya akan Müslümanlar, Avrupa ülkelerinde kendilerini artık birer kolonist olarak görüyor ve doğal olarak da sosyo-kültürel uyumu red etmektedirler.
ENTEGRASYON MU, YIKIM MI?
Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonu için, AB ‘ ne üyeliği için, ilk etapta Avrupa ülkelerinde 30-40 yıldan beri yaşayanların entegrasyonu zorunlu bir koşuldur. Tersi mümkün değildir. Yani Avrupa içinde bağımsız adacıklar yaratarak, kapalı alanlarla, uzaktan da iyice palazlanan dinci bir rejimi davet etmek, entegrasyon değil, yıkım sürecine girmektir.
Entegrasyon uluslararası ilişkilerde aralarında karşılıklı bağımlılık bulnan birimlerin ayrıyken sahip olamadıkları özellikleri biraraya gelip elde etme girişimidir, entegrasyonun amaçları,barışı korumak, daha büyük kapasitelere ulaşamak, belli spesifik görevler üstlenmek-ve yeni bir kimlik kazanmaktır. Ama şimdi olan bunun tam tersidir. Eğitimsiz cahil kesimlerinin Avrupa’ya sokularak, Avrupa’ da yabani-ilkel bir imajın yaratılması, Türkiye’nin AB’ ye üyeliğinin önünden en büyük engellerden biri haline gelmiştir.
Türkiye’nin AB’ ne katılımının önünden en büyük engel, sadece Türkiye’de ki AKP rejimi ve askeri kanatların takip ettikleri anti-Avrupai politika değil, aynı zamanda onların uzantısı olarak örgütlenen tarikatlar tarafından kontrol edilen göçmenlerin yarattığı ortamdır. Avrupa’nın muhtelif kentlerindeki ortaya çıkan görüntü ve oluşum tam manasıyla bir rezalettir…Aşiret -kabile aşamasına saplanıp kalmış milyonlarca insan zihinsel gettolaşmanın bir sonucu olarak Avrupa’daki hiç bir toplumla kaynaşamıyor. Gece gündüz Türküm- Müslümanım demekten başka bir şey bilmeyen kör cahiller, gelişen ve değişen şartlara uyum gösterememe ve fikri olarak gelişip değişememeye bağlı devam eden bu sorun olarak büyüyorlar. Tarikatlar tarafından kışkırtılan cahil yığınlar sosyal ve siyasal gelişimini bir adım bile ileri götürememiş ve gettolaşmayı bir norm haline getirmişlerdir. Mahalleler, kahvehaneler,dinci-ırki cami-dernek-vakıf ve cemiyetler Müslüman ülkelerden aldıkları desteklerle bu zihinsel gettolaşmayı gerçekleştirmektedirler. İsviçre’nin Basel kentini alırsak, burada tam 26 İslamci ırkçı tarikat faaliyet gösteriyor. Bunlar buraya tesadüfen gelmiş her insanın başına çullanıp onu kafa kola almaya çalışıyor, kısacası onun İsviçre hakkında tarafsız bilgi ve algılama olanaklarını tamamıyla sıfıra indiriyorlar. Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde bu tür ilkel göçmenlerin tavırları ve bunun entegrasyon sürecindeki rolü tamamıyla fataldır.
Dünyanın en geri tarikatlarının destekçisi olan hükümetler ise, Turkiye’nin AB’ne uye olabilmesi icin gerekli bir dizi siyasi, ekonomik ve kulturel reformlar yapma yerine, cahil kitlelerden umut beklermişçesine, bunların hiçbirini gercekleştirememiş, aksine zaman kazanarak Avrupanın iyi olan adet ve örflerini de yok etmeye çalışmaktadırlar.
Turgut Özal 1980 lerde: ‘Biz Avrupadaki nüfusumuza güveniyoruz, diğer şeyler bizim için arka planda gelir….’, diyordu
Erbakan ise: ‘ Avrupayı içerden Müslüman ve Türkleştireceğiz…’
Erdoğan ise: ‘ .. Minareler gelecekte Avrupa’nın her sokağını süsleyecektir…’ Aynı Erdoğan: …’ ..minareler bizim füzelerimizdir demekten de geri kalmadı.
Bu kafalarca Avrupaya sürülen milyonlarca Türkün Avrupa’daki varlığı da bu anlamda yeni bir boyut kazanmaktadır. Osmanlıcı AKP – Milli görüş- Nurcu- Süleymancı- Nakşibendici- Fetullahçı örgütlerin kontrolundaki yığınların Avrupa’ya entegrasyonu değil, tehlike halini almış varlıkları somut bir problem halini almıştır. AKP’ nin asker sivil diktası, gelinen noktada artık yeni planlarla meşgul. Dejenere olmuş kriminal, kimliksiz kara cahil kitlenin Avrupa topraklarına nasıl sokulacağının planları AKP için artık tek opsiyon. Kanuni’den beri gerçekleşememiş hayaller şimdi gerçekleşebilir! İslamist AKP çeteleri bar bar bağırıyor: ”….Avrupa nüfüsu giderek hızla azalıyor, bunun karşısında müslüman nüfüsu ile hazır duruma geçmeli ve ‘allah,’allah’ diye bağırarak AB’ ye girmeliyiz!. Osmanlı padişahlığının modern bir şekli olması düşünülen başkanlık sistemine özenen Erdoğan ise kadınlara en az 5 çocuk yapın demeye hazırlanıyor.!
Sevgi ve Saygılarla
Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey
Esin Duran, N. Gök,
Sezer Aşkın,
Melahat Baykara,
Uğur Demir
Bedri Engin,
Selma Altuntaş,
Filiz Serin,
Vedat Koçak,
Salih Birdal,
Mustafa Gur,
Hasan Zafer
Bahar Ünsal
Osman Bahar
Ayse bahar
Metin Maslak
H. Maslak
Dilek Solak
zeynep içkaya
Sevda maslak
Sercan Gezmiş
İpek Doğan
Nazım Doğan
Murat Doğan
esin erkan
Beyhan erdem
n. erdem
İsmail Deniz
Ayten BARAK
Ugur Birdal
Ahmet Tan
Yıldırım Kongar
Selma Kongar
Birol Aytekin
Hatice Gül
Ibrahim Erkin
Kemal erdem
Rıza Akdemir
Mehmet Coskun
Hüseyin demir
fethi killi
Yeliz Ender
Mustafa Ender
Ugur Basak
Kemal Dektaş
Ayten Ilkdal
Nuri Aktanır
Metin Koc
Sevgi Ender
Burcu Kanter
Aysel kanter
Erol kanter
Layla SOLGUN
Orkun Keskin
T. Vural
Oğuz şen
Nur Şen
Ismail çaykara
Burhan Orkal
D. Kahan
Seher Yıldız
Esra akkaya
http://www.facebook.com/entegrasyon.komitesi
12 SENELİK AKP REJİMİ VE ONBİNLERCE KATİLİ MEÇHUL İNSAN MİRASI!
AKP rejimi altında Türk olmayan, Müslüman olmayan aydınlara ve başka dinlerden olanlara karşı işlenen cinayetlerin hasır altı edilmesine göz yumulmaya devam ediliniyor.
Sözde demokratik, sivil anayasa girişimi yozlaştırılıp türban, cami ve yeşil din ordusu kurma özgürlüğüne indirgendi. İçerde ve dışarda onca fırtına koparan, düşünce özgürlüğünün önünde bir dikene dönüşmüş yasaları kaldırmaya yanaşamıyor AKP.
Tarihinde ilk defa kavuştuğu Nobel ödülünü kazanmayı kutlama yerine, yas tutmayı yeğleyen böyle kültürsüz bir rejim dünyada görülmemiştir. Kötü bir paradoks bu! Uluslararası nobel ödülü ile övüneceğine, Çamlıca tepesine dikilecek beton yığını ile övündürülecek yığınlarla ortaçağ karanlığını arayan rejimin demokratlığına kim inanır?
Bu anlayışla ne demokrasi kazanılır, ne Kürt sorunu çözülebilinir, ne de hükümetin ve parlamentonun saygınlığı korunur. Mesele bu ülkede geçerli sistemin demokrasi değil, ırkçı dinci totaliter bir sistem olduğunu görüp itiraf etmemek mümkün değildir. Nobel ödülü kazanan yazarın Türk Müslüman olmadığı ima ediliyor, özel harpçilerin tehditleri karşısında can güvenliğini kaybediyor ve her zamanki gibi kurtuluşu Türkiye’den kaçmakta buluyor. Erdoğan istemediğini ayak üstü ekarte edip ve beğendiğini de saat hesabı ile istediği yere getiriyor. Böyle bir operasyon gücüne sadece askeri cuntalarda, Stalin, Hitler ve Musolini rejimlerinde rastlanabiliniyor.
Eğer demokrasi kazanılacaksa önce bu sistemin kökü olan anayasanın değişmesi gerekir. Kürtlerle alınıp verilecek bütün şeyler, demokratik hukuk çerçevesinde resmi komisyonların plan ve projeleri ile, dürüst yollarla, karşılıklı imzalı belgelerle sağlanmalıdır…Aşiret tarikat cemaat kafası ile Kürtler’i imzasız, belgesiz karanlık maceralara sürükleyen AKP’nin böyle bir derdi yok. İki Mafya reisinin işgüzarlığını anımsatan şimdiki yabanilikle, bölge halkı ile alay edildiği, Kürtlerin normal birer insan yerine bile konulmayarak, yeryüzünde bütün toplumlar için geçerli yöntem ve metotların onlara fazla görüldüğü, zaman kazanılarak bölgede bellirli politik hedeflere varılmak istendiği ispatlanıyor. Amaç yine herzamanki gibi Kürtler’in birleşmelerini engellemek ve Suriye Kürtlerini kontrol altına alarak petrol alanlarına yayılmaktır. Kürtler’e otonomi vaya başka türden bir statü verilecekse, AKP, hükümet olarak önce, Kürtlerin normal insanlar olduğunu belirten yasalar çıkarmalı, köy koruyucularını ve diğer terör örgütlerini fesh etmelidir. Kürtler’i iç- dış düşman diye lanse eden devlet doktirini açıkça terkedilerek, Tarih kitapları yeniden yazılmalı ve bu coğrafyanın bütün eski adları serbest bırakılmalıdır. Son dönemde ortalıkta boy gösteren, ‘sivil’ dinci ırkçı örgütler kuran, kahramanlık hikayelerini temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp topluma sunan, her tarafa akıl veren ve pervasız bir cürete sahip tarikat ve aşiretlerin kurdukaları paramiliter örgütlerin kanlı serüvenleri ortalıkta duruyorken, yeniden din adamları denilen eşkiya sürülerini ortaya sürmekle soruna çözüm bulunamaz. Ve asıl bu noktada bir yargılama ve hesaplaşma gerekiyor. Mevcut haliyle bu dava iktidar kavgalarının bir parçası olmaktan başka bir anlama gelmiyor.
Kürtler Lozan’dan daha ileri gitmiyor!
Lozan antlaşması ile adları bile yasaklanan Kürtler’e yamanan ve şimdilerde ”İslam bayrağı altında birleşelim” diye fetva veren A. Öcalan’ı Kürtlerin tek lideri diye lanse eden AKP rejimi, Kürtler’i din ordusu yoluyla hakimiyet altında tutmayı esas alıyor. Abdülhamit’in Hamidiye alaylarına benzer bir örgütlemeyi kabul eden PKK´nin Türk istihbaratı tarafindan yönetildigi de artık kör gözlerden kaçmıyor. 1908-1909’dan sonra Abdülhamit tahtı kaybedince, adına kurduğu “Hamidiye Alayları”, Süvari Birlikleri’ne çevrildi. 1915 Ermeni soykırımında bu süvari birliklerinin bir kısmı çok çirkin bir şekilde kullanıldı ve sonrasında ise resmi Kemalist orduya katıldılar. Koçgiri, Palu- Genç, Dersim, Piran, Zilan vs. katliamları Ermeni, Süryani, Pontus soykırımlarından ayrı olarak ele almak yanlış olur. Bu anlamda şimdiki devletin şekillenişini, Osmanlı ve TC’nin Kürtlere karşı izlediği politikada Hamidiye Alayları olayını kavramak, şimdi içine girilen ihanet sürecini anlamakta önem kazanmaktadır.
Kürtler 1919 larda içine düştükleri ihanetin tekrarını yaşama tehlikesi ile karşı karşıyalar!
M. Kemal, o dönemde Kürtler’i kendi safına çekebilmek için İslam temasını kullanmıştı, ”bütün Müslümanların birliği, Osmanlı halifeliğinin kafirlere karşı korunması”, taktiği tutmuş ve Kürtler kandırılarak tarihlerindeki en büyük tuzağa düşürülmüşlerdi. Savaş kazanıldıktan sonra devam eden jenosit uygulamaları, ad,dil ve kültürlerinin tümden yasaklanması ise dünyanın ender bir kara lekesi olarak karşımızda durmaya devam ediyor.
”İslam bayrağı altında birleşelim” diye hortlayan PKK şefi, varlığı inkar edilen, jenosit politikaları canlı ve uzun sürece yayılan, asimilasyon gibi insanlık suçu ile eritilmek istenen bir halka, “sınıf ideolojisi”, bu tutmayınca, bu defa da İslami din aidiyeti diyerek Kürtleri zafiyete uğratmaya çalışıyor.
40 000 civarında Kürdü öldürttüp, milyonlarcasını Batı metropollerine sürerek, 4 000 civarında yerleşim birimini haritadan silip, akabinde sindirilmiş bu topluma, ”çözüm” adı altında esirlik durumunu sürüdürmeyi dayatmak, Kürtler açısından utanç vericidir. Hamidiye alayları bölge coğrafyasında gelmiş geçmiş en zalim güçlerden biridir. Ermeni, Alevi, Pontus, Suryani ve diğer azınlıkların haritadan silinmesi için başlatılan sürecin ilk figüranlarıdırlar. Sunni – Şafi Türk – Kürt sentezi temelinde, Sultan’a bağlı kurulan bu alaylar son dönemlerinde dünyanın en gaddar soykırımlarına da imzalarını atmaktan geri kalmadılar.
Yakındoğu’yu “büyük Türk yurdu” haline getirmeyi tasarlayan siyasi proje, Rum, Ermeni, Pontus, Laz, Kürt, Êzdi, Alevi vs. soykırımları neticesinde başarıya ulaşmıştır. Tüm Yakındoğu ülkelerini “Anavatan”ı ve “Misakı Milli” olarak sayıp, haritadan çıkarmış, kendisini de Ortadoğu’ya dahil ederek gözünü Uzak Asya’daki Çin Sedi’nden Adriyatik’e kadar olan coğrafyanın hakimi olmayı yeniden planlıyorlar. Hamaset siyasetinde başarılı olan Türk Sunni liderleri şimdiye kadar savaşsız bir şekilde “zaferler”ini kutladılar, mazlumlar başarıyla yokedildiği için bugün aynı türden politikalarını yeniden tekrarlanması kaçınılmazdır.
PKK’ yi bölgede polis gücü yapmayı öngören bu türden Hamidiye alayları benzeri, Erdoğan alaylarını kurmayı hedefleyen sürecin Kürtler’in hakları ile bir alakası yoktur. Hamidiye alayları zamanında Kürtler bir şey kazanmadı, tarihsel olarak sadece kaybettiler: ticaret yaptıkları, beraber çalıştıkları ve kendilerine kendi adları seslenen komşularını da kaybettiler, dillerini kültürlerini kaybettiler. Lozan ile birer mezarlığa çevrilen bu alanda, eski Hamidiye aşiret reislerinin yerine, modernize edilmiş, ”R. T. Erdoğan’ın başkanlık sistemini kabule hazırız”, diyerek Kürtler adına konuşturulan Öcalan kliğinin önderliğinde hareket edecek Erdoğan alaylarının kuruluşuna yönelme süreci, Kürtler’e Lozan’da dayatılan yok olmak sürecinin devamını öngörmektedir.
Bu süreçte ortaya çıkan toplumsal etkiler, Türkiye’nin üzerine kurulduğu temelleri sağlamaya yöneliktir. Bu etkinin Kürt Sorununu çözeceğini sananlar yanılıyor. Çağdışı bir kültür ve mentalite ile bu sorun çözülemez. Bu etki ve adaletsizlikle kurulan siyasi ortaklıklar da muhtemelen tutmayacaktır.
Yeni türden Hamidiye alayları istemiyoruz.
Çamlıca’ya ve Taksim’e cami istemiyoruz!
İmza için buraya klikleyiniz
https://www.change.org/petitions/%C3%A7aml%C4%B1ca-tepesi-ne-30mart-ta-kazma-vurman%C4%B1za-r%C4%B1zam%C4%B1z-yok-bu-sizi-ilgilendirmiyor-mu-camlica?utm_campaign=autopublish&utm_medium=facebook&utm_source=share_petition
Sevgi ve Saygılarla
Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey
Esin Duran,
Selda Suner,
N. Gök,
Bedri Engin,
Sevda Suner
Sezer Aşkın,
Salih Demir
A. Demir
Melahat Baykara,
Uğur Demir
Ismail B. Cenk,
Tekin Balkic
Selma Altuntaş,
Filiz Serin,
Nedim Serin,
Vedat Koçak,
Salih Birdal,
Mustafa Gur,
Hasan Zafer
Bahar Ünsal
Osman Bahar
Ayse bahar
Metin Maslak
H. Maslak
Dilek Solak
zeynep içkaya
Sevda maslak
Sercan Gezmiş
Aynur Balkaya
İpek Doğan
Nazım Doğan
Murat Doğan
esin erkan
Beyhan erdem
n. erdem
İsmail Deniz
Ayten BARAK
Ugur Birdal
Ahmet Tan
Yıldırım Kongar
Selma Kongar
Birol Aytekin
Hatice Gül
Ibrahim Erkin
Kemal erdem
Rıza Akdemir
Mehmet Coskun
Hüseyin demir
fethi killi
Yeliz Ender
Mustafa Ender
Ugur Basak
Kemal Dektaş
Ayten Ilkdal
Nuri Aktanır
Metin Koc
Sevgi Ender
Burhan Kulakçı
Oğuz Duran
Burcu Kanter
Aysel kanter
Erol kanter
Layla SOLGUN
Orkun Keskin
T. Vural
Oğuz şen
Nur Şen
Ismail çaykara
Burhan Orkal
D. Kahan
Seher Yıldız
Esra akkaya
Mehmet Uzan
Yeliz IŞIK
Seyhan İlknur
Osman Çekiç
esma yıldız
Murat Çetindal
Ali OkyarMusa Tekin
Aslı Birdal
Nazmi Doğan
İnci Gür
L. Okar
Mustafa Karkaya
Omer Aytac
Mürsel Bozkır
Zeynep Şengül
Gülcan Iğsız
Murat Nidar
şemsi Kaya
Ayten Ekşi,
Eda leman
nermin ışıl
D. Polat
Kadir Erdem
Serdar OKTAY
Mehmet Özdemir
Mustafa Erkan
Nuri AKTAS
Emine AKTAS
O. Kadir Ergun
Metin Kurca
Sedat Isiklar
Filiz Bag
Kadir Baskale
Sevim Varlik
Hasan Mesut Akkaya
Necmi Guler
Erhan Isguz
Meral Okur
Bilge Okyaz.
Kemal Koç
L. Mirakoğlu
Oktay Kızılcık
Mehmet Yavuzgil
Erdal Polat
Hüsnü oktay
Ahmet tekin.
Semra Kaya
Mustafa Çiçek
Kayhan Göçkaya
Erdal Solgun
Mehmet Solgun
Esra Solgun
N. Altik
Oguz Karakış
Leyla Mert
Işık mert
D. Öksüz
Erdem Yılmaz
Ayse Eltan
S. Guner
M. Deniz Ok
Mehmet İnce
Huseyin Cinar
Meltem Cinar
Berk Cinar
L. Demirkaya
Huseyin Çilek
Ayten Irmak
D. Okdere
Ali Uskan
Berdan Temiz.
H. Baskale
Murat Gülay
Esra Gülay
Mustafa Akyol
A. jale Kol
M. Kol
Tamer Oktay
Aslan Burukoglu
I. Demir
Nurettin Akdal
Uzan Kara